GÜNCEL

Ah Güzel İstanbul…
Yazı ve Fotoğraflar: Mehmet Salihoğlu - 21 Temmuz 2005

Hava sıcak mı sıcak; İstanbul'da yaşıyorsanız en etkili çözümlerden bir tanesi, hemen deniz kenarına gidip boğaz rüzgarında serinlemek. Sayın Cengiz Dumlupınar ile Üsküdar'da buluşup modelci gözüyle Anadolufeneri köyüne kadar gezdik ve izlenimlerimizi sizlerle paylaşmak istedik.

İstanbul dediğimiz zaman aklımıza şehirhatları vapurları geliyor. Bu vapurların akıbetleri artık İDO'nun elinde.

İDO Halkla İlişkiler biriminin elektronik postama cevaben bana yolladığı bilgi mailinde www.vapurlarhepkalacak.com adresinde ayrıntılı açıklamaların olduğudur. Akibetlerini hep birlikte ve titizlikle takip edeceğimiz şehirhatları vapurlarına, sahip çıkacakları için şimdiden İDO Genel Müdürlüğü'ne teşekkür ediyoruz.

Şadan Akyol'un hatıra türünde yazdığı “İçimdeki Boğaziçi” kitabını okumayı yeni bitirdim. Kitaptan “Renk ve Şekil Değiştiren Boğaziçi” bölümünü aynen aktarma ihtiyacı duyuyorum:

“İmparatorluğun yarattığı, her iki sahilinde de sahilsaraylar, kasırlar ve devrin ileri gelenlerinin köşk ve yalılarının sıralandığı Boğaziçi, birbirinden güzel yapıları ve bahçeleriyle geçmişin tam bir kristal aynası halindeydi.

Birinci Cihan Harbi' nden sonra ekonomik ve sosyal düzenin kökünden sarsılması ile, bu büyüleyici güzellik de, temelden çöktü gitti. 1920-40 yılları arasında, Boğaz, yalıları ve insanlarıyla, büyük çelişkiler içinde hazin tablolar çiziyordu.

Eskiden Boğaziçi yalıları kesinlikle yazlık ikametgah olarak kullanılır, kış aylarında, şehir konaklarına gidilirdi. Ekonomik düzenin bozulması sonucu, önce bu düzen ortadan kalktı. Bazı aileler yazlığa gelememiş, yalılarda oturanlar da yalılarına veya köşklerine bütün bütün yerleşip, kışlık evlerini elden çıkarmışlardı.

Bazı aileler ise, yalının bir bölümünü kiraya verip, diğer bölümüne çekilmiş, veyahut köşk ve yalıdan birini kiraya verip, diğerinde oturma yoluna gitmişlerdi. Vaktiyle hizmetkarlar, bahçıvanlar tarafından döndürülen yalılar, bahçeler ise bakımsız kalmış, ahırlar, arabalıklar çökmüş, yıkık yalı duvarlarında gedikler açılmış, rıhtım taşları denize kaymış, havuzların ve çeşmelerin yalakları, çöpler ve yapraklarla dolmuştu. Bu devir, 1922' de hayata gözlerini açan benim çocukluk yıllarıma rastlar. Yıkılan bir medeniyetin enkazında oynayıp, tabiatın bahşettikleriyle yetinen, mutlu olan bir çocukluk devri. Yıkık duvarların oyuklarından geçerek, ardındaki sahneleri keşfettiğimiz, denize kayan rıhtım taşlarından atlayıp, ıslanan ayaklarımızla çığlıklar attığımız, kendi haline terkedilmiş koruların kuytu köşelerine daldığımız bir çocukluk devri.

Oysa Boğaz, can çekişen bir haldeydi. Kapılara, pencerelere yapıştırılan “Kiralıktır” ilanlarının aylarca aynı yerde durduğu bir devir. El değmemiş hissini veren, paha biçilmez, antika eşyalar, Üsküdar' da “Bit Pazarı” namıyla anılan mahalde, yıkık dökük barakamsı yerlerde, tozlar içinde günlerce yeni sahiplerini bekliyor, sonra da yok pahasına satılıyordu. Annemin çeyizi, Saray' dan gelmeydi.

Avizesinin büyüklüğüne, ağırlığına dayanamayan Vaniköy'deki yalımızın tavanı çatlamış, avizenin bazı bölümlerini çıkartmak, azaltmak mecburiyeti hasıl olmuştu. Onun gibi geniş, yüksek tavanlı, odalara göre yapılmış bu ağır ve büyük hacimli eşyalar, apartmanlara taşınma güçlüğü yanında, ayrıca apartmanlara sığmıyordu da. Apartmanlara göç edenler tarafından götürülemeyen bazı eşyalar, yalıların bodrum katlarında kendi hallerine terkedilmiş olarak çürüyor, dökülüyorlardı. O devrin insanları gibi, onlara ait eşyalar da, güçlükler içindeydi. Yeni yaşantıya ayak uyduramıyorlardı.

Ekonomik düzenin sarsıntıları, sosyal yönde kendisini göstermiş, aileler arasında çelişkiler, kopuşmalar başlamıştı. Eskinin aile bünyesi, adeta imparatorluğun küçük bir maketiydi. Evin büyüğü, mutlak söz sahibiydi. Çocuklar, gençler, damatlar, gelinlerle, küçükten büyüğe giden, mutlak bir saygı ve bağımlılık zinciri oluşmuştu.

Yeni düzende ise, aile büyüğü, içinde bulunduğu şartları kabullenen bir tevekkülle, köşesine çekilmişti. Gençler ise içine girdikleri ekonomik bunalımların tesiriyle isyankar tutumlar almışlar, “Gemisini kurtaran kaptan” misali, başlarının çaresine bakma yoluna gitmişlerdi. Hiçbir şeyin kıymeti bilinmiyordu. Bir şaşkınlık içinde her şey dağılıyor, tüketiliyor, yok ediliyordu. Ve insanlar, bir şeylere, bir yerlere, yeni yaşantıya doğru koşuyordu.
Yeni kuşak güç ısınan, alış veriş zorluğu olan yalı hayatını artık çekilmez buluyor, ondan nefret edercesine, apartman hayatına koşuyordu. Aslında Boğaz'dan kaçışın gerçek sebebi, ekonomikti. Eski düzene göre yerine oturmuş Boğaziçi hayatında, aşçıların, halayıkların, bahçıvanların uzaklaşmasıyla, yalı hayatı da işlemez hale gelmişti. İnsanlar Boğaz' ı terk etmiyordu, bir nevi terk ettiriliyorlardı. Bütün bu hercümere içinde parmakla sayılacak kadar çok az aile, eski düzenini muhafazaya çalışarak, Boğaziçi hayatını devam ettiriyordu.

Bir devrin kapanıp yeni bir devrin başlayışında, toplum ve aile içindeki ekonomik ve sosyal yöndeki değişikliklerin yarattığı gelişmeleri, çelişkileri kuvvetli kalemleriyle dile getiren, Reşat Nuri Güntekin'in “Yaprak Dökümü”, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun “Kiralık konak” gibi şaheserleri, o devrin en kuvvetli yapıtlarındandı.

Çöken bir medeniyetin kalıntılarıyla da olsa, İstanbul ve Boğaziçi ana bünyesinde, eskinin izlerini 1920' ler ve 1940' lar arasında koruyabilmişti. Devirler değişiyordu ama, her şey bir süngerle anında silinemiyordu.

Benim devrimin 10-15 seneyi kapsayan ilk sarsıntıları, yavaş yavaş sükunet bulmuş, çocukluğumuzda bilinçsiz olarak doğa içinde avunduğumuz, mutluca geçirdiğimiz günlerden sonra, gençliğimizde de onun nimetlerinden kırık dökük de olsa nasiplenme yollarını bulmuş, doğasından, temiz havasından, mavi denizinden istifade etmiş, her biri anıt halinde ayakta duran sanat eserleri arasında dolaşmış, geleneklere sadık kalarak yeni yaşantı ile bir ortam bulmuş, 10-15 sene daha geçirmiş, 1940' ları idrak etmiştik. Bu zaman içinde eski kuşak da, çekildikleri köşelerinde hatıralara yönelik, manevi inançlardan aldıkları kuvvetle, hayatlarının arta kalan kısmını yaşama yoluna gitmişlerdi.

Oysa, İstanbul' un kaderiydi. Şehir yeni atılımların eşiğine gelmiş. 1950' ler. Önüne geçilemeyen göçler ve yeni imar planlarıyla, İstanbul'un asıl o zaman altı üstüne geldi. Rengi bir defa daha değişti. 30 yılın içinde Boğazın mavisi kirlendi, bulanık bir hal aldı, yeşili kirlendi, çimentodan grileşti. Betonlara yerleşen yeni aile tipleriyle, İstanbul' un Boğazın eski sakinleri artık çekildiği köşelerinde de barınamaz oldular. İmkanı olanlar, onu yeni sahiplerine bırakıp, başka diyarlara göç ettiler. İmkanı olamayanlar da, bu izdiham içinde birer köşeye sığındı ve kayboldular. İstanbul, yarattığı Boğaziçi ve onun insanı, direncini tüketmişti. Bir tarih ve medeniyet, ancak kitap sayfalarında kaldı. Bu naçiz eser de, onlardan biri.”

Evet, inceleme gezimize kaldığımız yerden devam edelim: Beykoz sahili yol yapım çalışmaları olduğu için trafiğe kapalı, yol yukarı mahallerden veriliyor. İlk önce sahilden Anadolu Feneri Köyü'ne ve balıkçı barınağına gittik. Deniz temiz gözüküyordu. Mayolarımızı ve havlularımızı almayı ihmal ettiğimiz için güzelim denize giremedik. Fener tadilat görüyordu. Küçük teknelerden oluşan balıkçı barınağı sahilinde biraz oturup yanımızdaki teleskopla çevreyi inceledikten sonra geriye doğru dönmeye başladık. Henüz okumaya başladığım Ali Soysal' ın yazdığı “ANADOLU FENERİ Tarihten gelen ışık” isimli kitabı da burada sizlere duyurmak isterim.

 
 

 

İkinci durağımız Poyraz Köyü: Gemi modelcileri için oldukça çok malzeme var. Balıkçı tekneleri, kenarlarda ırgatlar, ağlar, bir çok materyali yakından görüp oradaki balıkçılardan bilgi alabileceğiniz bir çok sorunun cevabı…

Hafta içi bile kalabalık olan plaj da ilgimizi çekti.

Fotoğrafladığım bir çok ırgat çeşidinden sadece bir tanesi…

Üçüncü durağımız: Anadolukavağı. Bir balık lokantasında yemek yedikten sonra iskeledeki balıkçı tekneleri küçükten büyüğe sıraya girmiş bizim fotoğraf çekmemizi bekliyor…

Yalnız burada Sayın Mehmet Özkasım'ın kulaklarını çınlatacağım: Bir dergideki röportajında boğazdaki balık lokantalarında gemi modeli olmadığından yakınmıştı. Evet biz de bu durumu tespit ettik. Sebebini sorduğumuzda: ”canlısı karşımızdayken gerek yok” gibi bir cevap aldık.

O gün oldukça yoğun gördüğümüz Japon turistler planlı gemi modellerimizi görseler acaba kayıtsız kalırlar mıydı? Hiç sanmıyorum. Bu kültürü yaymak istiyorsak önce Boğaz' daki bütün çay bahçeleri ve Lokantalara konuyu anlatmamız gerekiyor.

Bütün gemi modelcilerine tavsiyem: Gittiğiniz deniz kenarlarındaki çay bahçeleri ve lokantalarda gemi modeli yoksa niye olmadığını sormaları ve onları bu konuda bilinçlendirmeleri, teşvik etmeleri…

Üzücü bir tespitimiz de çöp kutuları olmasına rağmen piknik yapılan yerlerde çöpler bırakılmış. Yazıktır, günahtır, ayıptır…

Bu konuda bir anımı anlatmak istiyorum: Oğlum Beren henüz yürüyor ve konuşma denemeleri yapıyor. Parktayız. Elinde kağıt mendil var ve yere attı. Ben ona mendili yerden almasını ve az ilerideki yeşil kutuya atmasını söyledim. Mendili yerden aldı ve kutuya attı. Daha sonra Annesi ile gezerken Annesi (eşim) elindeki mendili yere atmış, oğlum onu yerden alıp bir çöp kutusu bulana kadar onu elinde tutmuş ve çöp kutusuna atmış. Eşim hem şaşırmış hem de utanmış.

Gezimizin sonuna yaklaşıp yine Üsküdar'a doğru yol alırken Sayın Cengiz Dumlupınar ile hemfikir olduğumuz sonuç: çok büyük bir medeniyetin üzerinde yaşıyoruz. Aman İstanbul'umuzun kıymetini bilelim.